Sempozyumun “Alman Eğitim Sistemi ve Göçmenlerin Fırsat Eşitliği” başlıklı birinci oturumunda ilk söz alan Duisburg-Essen Üniversitesi Genel Pedagoji Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Armin Bernhard, Alman Eğitim Sistemi’nin temelinde yatan bir eğitim anlayışı olup olmadığı sorusuna yanıt arayarak, olası bir eğitim anlayışının nasıl karakterize edilebileceği konusunu irdeledi.
Eğitim tasarımlarının kültürün ve toplumun dışında oluşmadığını dile getiren Prof. Bernhard, bu tasarımların toplumsal ilişkiler ve iktidar yapılarıyla bağlantılı olduğunu belirtti. Alman eğitim anlayışını belirleyen asıl çelişkinin, toplumsal işgücü kullanımını özel tarzda kendi tekelinde tutan bir güç ile bu işgücünün eğitim yoluyla üretiminin toplumsal-kamusal doğası arasında yattığını dile getiren Bernhard, “Ausbildungssystem” kavramı –ki kavram olarak zaten eğitimin sınırlandırılmasına işaret eder- sermayenin değerlendirilmesinde herhangi bir engelle karşılaşılmayacak toplumsal koşulları oluşturma direktifine bağlanmıştır. Demek ki eğitimden ne anlaşıldığı ile eğitimin uygulamada nasıl olduğu, büyük ölçüde üretime hakim olan toplumsal gruplara bağlıdır...ve bu gruplar, kendi çıkarlarına göre eğitimi tanımlama ve uygulatma gücüne sahiptirler” dedi.
Federal Almanya eğitim sisteminin, 1770-1830 yılları arasında özgürlükçü bir kategori olarak geliştirilmiş olup, hala burjuva toplumun ilk ve üst aşamalarında tanımlanan bir eğitim anlayışına göre hareket ettiğini, bu anlayışın geniş kitleleri feodal ideolojilerin kıskacından kurtarmayı ve onları özgürlükçü, liberal ekonomiyi hedefleyen bir toplumun inşa edilmesine katılmalarını sağlamayı amaçladığını, eğitim araştırmaları açısından bu amacın bugün henüz gerçekleştirilememiş olarak gürüldüğünü söyledi.
Prof. Bernhard yasalarda ve müfredatlarda yer alan eğitim kavramının içerikten yoksun olduğunu ve Max-Planck Eğitim Araştırmaları Enstitüsü gibi bir kurumun eğitim raporları ve incelemelerinde onlarca yıldır eğitim kavramı/eğitim anlayışı sözlerine yer verilmediğini, bu kavramların belleklerden silindiğini vurguladı: “Eğitim, artık yalnızca eğitim iddia eden, ama insanların çoktan ekonomik açıdan işlevselleştirildiği, cesede dönüşmüş bir kavramdır, bu, beklenti ve gerçeklik arasında haykıran bir oransızlıktır”.
1949 sonrasında eğitim politikalarının gelenekleri canlandırmayı hedeflediğini dile getiren Bernhard, bu geleneği savunan kesimlerin Weimer Cumhuriyeti’nde ortaya çıkan okul yapısının temelinde yatan ve Nazi döneminde de devam ettirilen biyolojik yetenek kavramını hedeflediklerini belirterek, şunları kaydetti: “Biyolojik yetenek kavramının asıl tezi, insanların farklı okul türlerine göre dağılımının, nüfusun yetenek yapılarını yansıtmakta olduğu tezidir. Yetenek, eğitim ve yaşam fırsatı açısından eşitsizlik esaslarının oluştuğu, toplumsallaşmanın gerçekleştiği çevrenin bir sonucu değil, doğanın bir armağanı olarak görülüyordu. Böylece eğitim sisteminin seçici işlevi ve okulun üçlü yapısı meşrulaştırıldı.”
Eğitimin uluslararası ölçekte ekonominin bir işlevi haline getirildiğini belirterek konuşmasına başlayan Mainz Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü Öğretim Görevlisi PD Dr. Eva Borst, piyasalaştırma ve eğitim kavramlarının bağdaştırılamayacağını, eğitimin bir meta olmayıp, tüketim nesnesi olarak kâr-yarar hesaplarına tabi tutulamayacağını söyleyerek, büyük şirketlerin kâr oranlarını arttırmak istedikleri eğitim sektöründe verilecek hizmetlerin dünya genelinde yılda 1 trilyon Euro’ya denk düştüğünün basına yansıdığını vurguladı. Borst, eğitimde piyasalaştırmanın “Anlayan ve düşünen, kendine ve dünyaya eleştirel yaklaşan insanı yaratan, özgürleşmeyi ve olgunlaşmayı hedefleyen klasik eğitim düşüncesini içermediğini, tersine bu piyasalaştırmayla eğitimin sıkı bir kontrole tabi ve asgari içeriklere indirgenmiş olduğunu, gençleri en uygun biçimde iş piyasasına hazırlamayı ve demokratik pazar ekonomisine yakınlaştırmayı amaçladığını” söyleyerek, sözlerine şöyle devam etti: “Eğitimin ne olduğunu ya da olması gerektiğini artık eğitim kurum ve örgütlerinin kamuoyu tartışmaları ve bilimsel tartışmalar belirlemiyor, tanım koyma egemenliğini uluslararası ölçekte etkin olan ekonomi kuruluşları üstlenmiştir”.
Ekonomik krize değinen Eva Borst, neo-liberalizm ilkelerinin kriz nedeniyle kesinlikle temelden sarsılmadığını, kapitalist pazar rejiminin bu sayede, toplumun büyük bir kesiminin aleyhine, tümüyle yayılabildiğini açıkladı. Bunun sonucu olarak artık insanların bilişsel yönden sömürülmesi için tüm kanalların açıldığını, devlet desteğinin kesilmesiyle okulların ve üniversitelerin zor durumda kalarak, şirketlerle işbirliği kurmaya zorlandıklarını ve bağımsızlıklarını yitirmekte olduklarını belirten Dr. Borst, bu gelişmeleri göz önünde bulundurarak, “Hangi sınıfa, katmana, etnik kökene ve cinsiyete ait olunursa olunsun, herkesin erişebildiği bir eğitim istemi, artık yavaşça solmakta olan eski zamanların bir kalıntısı gibidir” dedi. “Eğitim fırsatlarını kısıtlamak, yıpratıcı rekabette başarılı olanların seçilmesi ve daha önemlisi, eğitsel içeriklerin kontrol edilmesi olanağını beraberinde getiriyor” diyen Borst, “Bu nedenle toplumsal eşitliği savunan her gerekçe, neoliberal ekonomik sisteme bir saldırıdır ve bu sistemin savunucuları tarafından, demagojik konuşmalarla etkisizleştirilmektedir” şeklinde sözlerine devam etti.
Neo-liberal bakış açısına göre eğitimin de bir hizmet olarak görüldüğünü vurgulayan Eva Borst, devlet sübvansiyonlarının rekabeti etkilemesi nedeniyle, artık okul ve üniversitelere devlet desteği verilmemesi ve bu kurumların özel sektör ile rekabete geçmelerinin istendiğini belirterek, Almanya’da da kamu ödemelerinin büyük ölçüde kısıtlandığını, öğrenim içeriklerinin, önlisansta (Bachelor) olduğu gibi, asgariye indirgendiğini ve daha fazla bilgi edinmek isteyenlerin bu hizmetleri eğitim pazarından satın alarak temin etmek zorunda olduğunu dile getirdi.
Sempozyumun birinci oturumunda konuşan Prof. Dr. Franz Hamburger, göçmenlerin Alman eğitim sistemindeki durumlarını irdeledi. Göçmenlerin eğitim yoluyla toplumdaki durumlarını iyileştirmeyi hedefleyen önerileri eleştiren Prof. Hamburger, bu önerilerin birşeyler yapılıyor izlenimi verdiğini, her zaman doğru olduklarını ve iyi niyeti ortaya koymaya yaradıklarını, ancak sonal olarak tüm sorumluluğun göçmen ailelere devredildiğini belirterek, eğitim tartışmalarının günlük yaşamda kullanılabilir anlamsal bağlantılar ürettiğini, toplumsal imajları sağlamlaştırdığını ve baskın gelen çıkarların hayata geçmesine katkı sunduğunu söyledi.
Prof. Dr Franz Hamburger, göçmen çocukların %15’inin ve Alman çocukların %6,5’inin herhangi bir mezuniyet edinemediklerini, sürekli göçmen çocukların “dramatik” durumlarına yapılan vurguların, okul sistemine yöneltilen toplumsal seçicilik eleştirisinin meşruiyetini yitirmesini sağladığını, yabancıların aslında bu söylemle egemenlik ve statüsel çıkarların korunmasında bir araç haline getirildiklerini öne çıkardı.
Göçmenlerin eğitsel yoksulluk nedenlerinin göç kökenli olmalarında değil, sınıfsal konumlarında aranması gerektiği tezini savunan Prof. Dr. Hamburger, yoksulluğun ücretli emek koşullarına dayandığını ve her dokuz yılda bir göçmen ailelerin %60’ının yoksulluk sınırına dayandığını, öte yandan bu ailelerin yoksulluk oranının %26-%28 civarında olduğunu sözlerine ekledi.
Eğitimde eşitliğe ve dezavantajların eğitim yoluyla aşılmasına odaklanmanın, aynı zamanda bu dezavantajların kalıcılaşmasına katkı sunabileceğini belirten Prof. Dr. Hamburger, “İşçi ve akademisyen çocuklarının yüksek öğrenimine ilişkin araştırmalar bugün dezavantaj yaratan ilişkilerin azalmadığını, tersine güç kazandığını gösteriyor. Okul mezuniyetlerinin “yüksek” değerinden söz etmek de gerçeğin salt sınırlı bir karakteristiğini ortaya çıkarıyor, çünkü günümüzde hala her işi kabul eden....kolayca iş piyasasına alınabilen ya da bu piyasadan dışlanabilen esnek koşullarda çalışan insan ordusuna talep var” diyerek, yeterliklere sürekli atıfta bulunulsa da, esnekliğin en önemli nitelik olmaya devam ettiğini açıkladı.
Prof. Dr Franz Hamburger, her ne kadar Alman vatandaşı ya da eğitimde başarılı olunsa da, göçmenlerin toplumda varolan ilkesel eşitlik anlayışının dışında tutulmasının onların incinmesine yol açtığını ve eğitimde başarılı olmuş gençlerin kendilerine vaat edilen yaşamdan beklediklerini elde edemeyecekleri endişesini taşıdığını belirtti.
Göçmen çocuklarının eğitimde fırsat eşitliği konulu bir sunum yapan Prof. Dr. Hans-Peter Schmidtke, ağırlıklı olarak engelli okulları ve içselleme uygulamasını tartışmaya açtı. Onlarca yıl önce az oranda Türk çocuğunun engelli okullarına gönderildiğini belirten Prof. Dr. Schmidtke, bugün bu oranın çok yüksek olduğunu dile getirdi. Sonderschule adı altında yürütülen engelli okullarının förderschule olarak adının değiştirildiğini, içeriğinde ise hiçbir farklılık olmadığını da kaydetti.
Göç kökenli ve Alman vatandaşı olan öğrencilerin engelli okullarındaki durumu hakkında sağlıklı veriler olmadığına işaret eden Prof. Dr. Schmidtke, yabancı öğrenci kategorisinden hareketle, bu grubun engelli okullarındaki oranının eyaletlere ve kentlere göre farklılık gösterdiğini belirtti. Çok sayıda engelli okullarının bulunduğu belli başlı bölgelerde, bu okullara giden öğrenci sayısının da yüksek olduğuna, ancak bunun öğrencilerin durumuyla ilgili olmadığına, tersine bu okulların varolmasından kaynaklandığına dikkat çeken Prof. Dr. Schmidtke, ayrıca göçmen çocuklarının bu okul türüne gönderilme riskinin, bir kentte yaşayan göçmenlerin oranına göre değiştiğini, oranın yüksek olması durumunda bu riskin düşük olduğunu ifade etti.
Prof. Dr. Schmidtke, Kuzey Ren Vestfalya Eyaleti’nde hazırlanan ve okul yasalarında değişiklik öngören yasa tasarısına atıfta bulunarak, bu yasa tasarısına Kasım ayı sonuna kadar önerilerde bulunulabileceğini ve Türk kuruluşlara seslenerek, “Sizden bu yasa değişikliğini dikkatlice incelemenizi ve göç bağlamının bu değişikliğe dahil edilmesi için etkin olmanızı rica ediyorum” dedi. Söz konusu yasa tasarısı uyarınca artık çocuklarını engelli okullarına gönderip göndermeme konusunda son kararı verme hakkı ebeveynlere tanınacak, engelli okullarının kapatılması ise bu tasarıda öngörülmüyor.
Prof. Dr Hans-Peter Schmidtke, engelli ve engelli olmayan çocukların birlikte öğrenimini amaçlayan içselleyici eğitimin, engelli çocuklar için bir fırsat sunduğuna işaret ederek, bu uygulamanın çocukların hauptschule mezuniyeti edinme oranlarını arttırdığını da sözlerine ekledi. |