Die Gaste | ||
| ||
PANEL '10 |
||
Prof. Dr. Wolfgang Jantzen Panel’in ilk konuşmasını yapan Prof. Dr. Wolfgang Jantzen, Almanya’daki eğitim sisteminin PİSA Araştırmalarıyla birlikte tartışmaya açıldığını ve bu araştırmanın ortaya koyduklarının Alman eğitim sistemi için bir skandal olduğunu belirterek, “Bu olguyu BM Eğitimde İnsan Hakları Raportörü Vernor Munoz’un Mart 2007 tarihli raporu vurgulamaktadır: Eğitim hakkı her yerde yeteri düzeyde hayata geçirilmemekte. Bu, özellikle göçmenleri, sosyal açıdan zayıf kesimleri ve engelli çocukları etkilemektedir. Federal Almanya, ‘çok seçici ve elbette ayırımcı olan çok bölümlü okul sistemini tekrar gözden geçirmeye’ çağırılmaktadır. Özellikle ilkokul dördüncü sınıftan itibaren farklı okul türlerine yönlendirilen çocuklar ‘uygun olmayan bir şekilde değerlendirilmektedir’, mağdur olanlar ise, çoğunlukla sosyal açıdan zayıf ailelerdir. Bu nedenle ‘her çocuk için sosyal eşitsizliğin aşılması, eşit ve adil eğitim fırsatlarının güvenceye alınması için etkinliklerin başlatılması’ zorunludur.” diye konuştu. “Ayırımcılığa tabi olanlar, dışlandıklarının bilincindeler.” diye sözlerini sürdüren Prof. Dr. Jantzen, “Çocukların, bulundukları kendi özel okullarında ayırımcılığı hissetmeleri, öğrenim engelli okullarında ve davranış bozukluğu için okullarda bir süreklilik olarak saptanmıştır. Göçmen çocukları açısından da çoğunlukla bir biriktirilme yerine dönüşen zihinsel engelliler okullarında da, çocuklar sık sık ayırımcılığı hissetmektedirler.” Konuşmasının devamında eğitim kavramına değinen Prof. Dr. Jantzen şunları söyledi: “Eğitim, kendi geleceğini belirlemeyi, katılımı ve dayanışma yeteneğini geliştirmeyi amaçlayan bir süreçtir (Klafki 1991). Eğitim, genelin içerisinde bir araç olan, insan yaşamının büyük ve önemli konuları çevresinde yerleşmişan bir süreçtir, “anahtar konular” : sevgi ve cinsellikten savaş ve barışa, teknik gelişiminden ve tekniğin sonuçlarından, ayrıca doğanın korunması ve doğanın tahrip edilişine ilişkin sorulara kadar ve daha bir çok şey... Ve bütün bu sorular, belirli gelişimsel özellikler ve bireysel şartlar dikkate alındığında, ilkesel olarak hauptschule ve sonderschule öğrencileri açısından da ulaşılabilir. Benzer bir şekilde Stegemann (1983), değişik gelişim düzeyleri bağlamında, okul öncesinde ve okul çağında şu gelişim aşamalarını formüle etti: Eğitim yüksek bir düzeyde ve yüksek bir düzeye doğru gelişimdir... Buna göre iyi bir ders, genel olarak, sonunda salt tüme varım şeklinde iplerin biraraya getirilmesi ve abc düzeyinde bilginin saptanması yerine, göreve başlanılmadan önce, göreve ilişkin en uygun yönelimi geliştirmelidir; deney ve deneyime yönelimli ve imkanlara göre projelerde gerçekleşen bir ders, iyi bir ders olurdu; kavramların sistematik olarak yapılandırılmasını odak noktasına taşıyan bir ders, iyi bir ders olurdu.” Eğitim sistemine ilişkin değişik araştırmalardan örnekler veren Prof. Dr. Jantzen bir çözüm olarak “yaratıcı çözgü” tasarası konusunda bilgi verdi. “Ben bu tasarıyı, yakın işbirliğinde bulunduğum, Sao Paulo’daki Katolik Pontifikat Üniversitesi’ndeki araştırmacılardan alıyorum (2008, 2009, Liberali&Fuga 2007). Ve ben, Paolo Freires’e uygun manada bu türden bir desteğin, sözüm ona özel pedagoji’nin (Förderpädagogik) bankacı metodundan farklıdır. Bu bankacı tasarısına göre “insan sadece dünyadadır, ama dünyayla ve diğerleriyle birlikte değildir. İnsan bir seyircidir, yeniden yaratıcı değil. Bu bakış açısından insan bilinçli bir varlık değil, o, daha çok, bilinci zilyetinde bulundurandır: boş duyularının dış dünyadan, gerçeklikle ilintili dolguları edilgen biçimde almaya açık olandır.” (Freire 1973, 60f) Diyaloğun ve kişileri kabul etmenin üzerinde inşa edilen yaratıcı çözgü taslağında ise, bu farklıdır. O, üniversite çalışanları, okul müdürlükleri, öğretmenler üzerinden, sürekli olarak bir diyalog odaklı pedagojiye yönelimli, öğrencilerle adım adım türevsel konular geliştiren, sürekli aşağıdan yukarıya geri dönüşlü, her düzeyde sivil toplumsal bilinci yapılandıran ve politik süreçlerde, yani kamusal bir olgu olarak, res publica oluşan, birlikte paylaşma ve duyusal anlamların gerekliliğinden yola çıkar.” Prof. Dr. Jantzen, konuşmasının son bölümünde son dönemde gelişen içselleme (inklusion) tartışmalarına değinerek sözlerini şöyle tamamladı: “Almanya’da kim içselleme (Inklusion) istiyorsa, içselleme pedagojisine kayıtsız şartsız güvenmemelidir ve hiçbir durumda o hakim özel pedagojiye. O kişi ya da bir başkası bugün nelerin mümkün olduğunu görmek için dünya geneline bakmalıdır. Günümüzde buna yönelik pedagojinin büyük çoğunluğundan bir çeşit çözüm beklemekten daha önemli olan, aşağıdan bir kamuoyu aracılığıyla, artık mevcut ve bundan dolayı burada da mümkün olan bu olguların tümünün tanıtılması ve gerçekleşebilmeleri yönünde etkide bulunulmasıdır.” Prof. Dr. Mehmet Özyürek (Gazi Üniversitesi, Zihinsel Engelliler Anabilim Dalı Başkanı) Göçmenlerin çocukları ve öğrenme güçlüğü tanısıyla ilgili olası problem ve çözüm önerileri konularına değinen Prof. Dr. Mehmet Özyürek (Gazi Üniversitesi, Zihinsel Engelliler Anabilim Dalı Başkanı), göçmen çocuklarının çoğunluk akranlarından daha yüksek oranda Förderschule ve Sonderschule gibi okullara seçilmelerine yol açan tanılama sürecini betimleyerek, göçmen çocuklarının bu okullara seçilmelerine yol açan tanılama sürecini dikkate alarak genel eğitim sınıflarına çoğunluk akranları gibi devam edebilmeleri için gereken önlemlerin alınması gerektiğini ve Sonderschule/Förderschule gibi okullara yerleştirilen göçmen çocuklarının çoğunluk akranları gibi eğitim almalarına hizmet etmediğini belirtti. Konuşmasına öğrenme güçlüğü tanımına ve tanılama sürecine ilişkin açıklık getirerek başlayan Prof. Dr. Mehmet Özyürek, “Öğrenme güçlüğü kavramı algısal yetersizlikler, beyin zedelenmesi, beyinde minimum düzeyde işleyiş bozukluğunu, disleksia ve gelişimsel afazya gibi durumlar nedeniyle okuma, yazma ya da matematik gibi akademik ve dinleme, konuşma gibi iletişim ve düşünme alanlarında görülen öğrenme güçlüklerini kapsamaktadır. Ancak görme, işitme ya da devimsel yetersizlikleri, zihin geriliği, duygusal bozukluklar, kültürel ya da ekonomik yoksunluklar sonucu olan öğrenme güçlüklerini kapsamamaktadır” diye konuştu. Sonderschule/Förderschule gönderilme aşamasında kullanılan testleri eleştiren Prof. Dr. Mehmet Özyürek, “standartlaştırılmış norm bağımlı (bağıl) testler ölçtükleri şeyleri doğru olarak ölçüp ölçmediklerini anlamak için testin geliştirildiği norm kümesine bakmak gerekir. Norm kümesi genel olarak çoğunluktan oluştuğundan ancak çoğunluk kümesinden gelen çocuklara uygulandığında ölçtüğü şeyi doğru ölçmesi mümkün olur. Bu durumda uygulanan testlerin geliştirilirken yararlanılan çocuk kümesi çoğunluğu temsil ettiğinden, göçmen çocukları temsil etmediğinden, göçmenlerin çocuklarına uygulandıklarında hatalı sonuçlar vermesi söz konusu olacaktır. Ayrıca, göçmenlerin düşük sosyo-ekonomik gruptan gelmeleri ve düşük sosyalizasyona sahip olmaları; çocuklarının okula başlayıncaya kadar okulla ilgili kavram ve becerileri kazanmak için yeterli öğrenme yaşantıları olması için engeldir” diyerek sözlerini sürdürdü. Prof. Dr. Mehmet Özyürek konuşmasının son bölümünde çözüm önerilerine yer verdi. “Erken özel eğitimin topluma ekonomik yükü daha az olması hem de önleyici olması nedeniyle göçmenlerin çocukları bebeklikten itibaren risk grupları kapsamına alınıp erken özel eğitim önlemlerine yer verilerek yetersiz sosyalizasyondan kaynaklanan yetersiz öğrenme yaşantıları önlenerek çoğunluk akranları gibi öğrenmeleri için fırsat yaratılmış olur. Üç altı yaş arasında olan göçmenlerin çocukları niteliğindeki erken eğitim programlarına yer verilerek göçmenlerin çocuklarının lernbehinderte tanılanmaları önlenmiş olur ve yaşayacakları topluma daha iyi yetişmelerine fırsat hazırlanarak eğitimde fırsat eşitliği sağlanmış olur. Okul döneminde ise öğrenme güçlüğü tanısı konulmuş göçmen çocukları için ölçüt bağımlı ölçü araçlarıyla programa dayalı değerlendirmeye yer vererek akranları gibi öğrenmesi sağlanabilir.” diyerek sözlerini tamamladı. Prof. Dr. Ali Uçar (Alice Salomon Hochschule Berlin) Panelin ikinci bölümünde söz alan Prof. Dr. Ali Uçar, konuşmasında ağırlıklı olarak göç kökenli çocukların sonderschulelerdeki konumlarını, sorunu yaşayanların bakış açısından irdeledi. Göç kökenli engellilerin toplumda daha fazla ve birçok yönden ayrımcılığa ve dışlanmaya tabi olduklarını belirterek, “Engelli göçmen aile çocuklarının eğitim durumu nasıldır ve fırsat eşitliği nasıl gerçekleştirilebilir?” sorusu temelinde göçmen çocuklarının bölümlenmiş okul sistemine dağılımını, mezuniyet düzeylerini, okuldan diplomasız ayrılma oranlarını ve meslek eğitimi durum- larını açımladı. Göçmen çocuklarının sonderschulelere gönderilme oranlarının sürekli arttığını kaydeden Prof. Dr. Uçar, “Farklı rakamlar, her eyalette özel eğitim gereksinimi duyan çocuklara farklı muamele yapıldığına işaret etmektedir”. Yabancı çocuklarının sonderschulelere sıradışı boyutta gönderiliyor olması, “Sonderschuleler göçmen okulları mıdır?” sorusunu akıllara getirmektedir diyen Prof. Dr. Uçar, sözlerine şöyle devam etti: “Engelli çocukların ayrılması, seçici eğitim sisteminin bir parçasıdır. Normal okul tüm çocukları teşvik edebilecek durumda değil ve bu nedenle çocukları seçerek sonderschuleye yerleştirmekte. Göçmen çocukları bu seçicilikten daha çok etkilenmektedir ve normal okul bu çocuklarla olan sorunlarını sonderschuleye havale etmektedir. Sonderschule ise bu sorunları, sosyo-kültürel nitelikli oldukları için çözememekte. Bu açıdan göçmen çocuklarının eğitim sorunlarının özel pedagojide yoğunlaşması, etnisiteleştirilmesi ve kültürselleştirilmesi tehlikesi mevcuttur.” PISA araştırmalarının sosyal katman aidiyeti ile okul başarımları arasındaki bağı açığa çıkardığını belirten Prof. Dr. Uçar, öğrenim engelli okullarının alt sosyal katman ve yoksul aileler için olduğunu dile getirdi. Özel eğitimde, göçmenler bağlamında yapılan hatalar arasında tanısal süreçlerin yetersizliği, dilsel ve kültürel farklılıkların bu süreçte göz ardı edilmesi, özel eğitmenlerin interkültürel alandaki eksikleri, ailenin bilgisizliği ve okul ile aile arasındaki işbirliğinin zayıf olması bulunduğunu söyleyen Prof. Dr. Ali Uçar şunları belirtti: “Çokkültürlülük ve çokdillilik interkültürel eğitimin çalışma alanlarına yansımalı ve tanılama, teşvik ve tedavi süreçlerinde gözönünde bulundurulmalıdır. Engelli ve engelli olmayan insanların birlikte eğitimi desteklenmeli, öğrenim engelli okulları kademe kademe feshedilerek normal okul sistemiyle bütünleşmeli, öğretmenler interkültürel alanda yetkinleşmeli, aileler ile okul arasındaki işbirliği güçlendirilerek, bu bağlamda kültür çevirmenliği uygulamasına geçilmeli”. Prof. Dr. Uçar, özel olarak göçmenlerin eğitim durumlarının iyileştirilmesi için hukuksal, sosyal, siyasal ve ekonomik statülerinin güçlendirilmesi ve müfredat programlarının, multikültürü, interkültürü, çokdlilliliği ve anadilini kapsayacak biçimde yenilenmesi gerektiğine işaret etti. Yrd. Doç. Dr. Berrin Baydık (Ankara Üniversitesi) Ankara Üniversitesi’nden Yrd. Doç. Dr. Berrin Baydık dil ve kültür farklılığı olan öğrencilerin değerlendirilme ve eğitim sorunları kapsamında özel eğitim konusundaki gelişmeleri aktararak, konunun daha iyi kavranmasına yönelik açıklamalarda bulundu. Konuşmasını dilsel faktörler, kültürel faktörler ve ailesel faktörler olmak üzere üç bölümde yapan Yrd. Doç. Dr. Berrin Baydık dilsel faktörler konusunda anadilde ve ikinci dilde yetersizlikler nedeniyle yapılan testlerin olumlu sonuçlar veremeyeceğini, ayrıca yapılan testlerde daha çok performans yönüne ağırlık verilse bile çocuğun verilen önermeler karşısında anlamakta güçlükler yaşayacağına vurgu yaparken, “standart testler yerine çocuğun akademik ve sosyal gereksinimlerini belirleyen değerlendirme yöntemleri (gözlem, informal araçlar, aile görüşmesi vb.) kullanılmalı ve standart testler de eğitsel amaçlı değil, gereksinim belirleme amaçlı kullanılmalıdır, ayrıca anadilin desteklenmesi çok önemli, anadilin üzerine ikinci dili eklediğimiz zaman sağlıklı bir şekilde kendi bağlamları bu dilde öğretilir ise, biliyoruz ki, araştırma normları da bunu ortaya koyuyor, iki dillilik zihinsel gelişimi pozitif olarak etkileyen bir durum o nedenle anadili üzerinden ikinci dilin öğrenilmesini çok önemli buluyorum” dedi. Göçmen çocuklarının kültürel farklılıkları göz önünde bulundurulmalı ve öğretmen ve eğitmenlere bu yönde eğitim verilmesi gerektiğinin önemi üzerinde duran Yrd. Doç. Dr. Berrin Baydık, “öğretmenin bilgili ve becerili olması çok önemli, öğretmenin sınıf yönetimi ve davranış yönetimi konusunda yetkin olması ve kültürel farklılıklarının çocuğun öğrenmesine etkisinin farkında olması gerekiyor. Özellikle iki dilli çocukların bulunduğu sınıflardaki öğretmenler ikinci dilin desteklenmesi konusunda da bir eğitim almaları lazım” diyerek konuşmasını sürdürdü. Konuşmasının son bölümünde, ailenin sosyo-ekonomik yapısı ve çocuk üzerindeki etkisine ilişkin olarak şunları söyledi: “Çocukların okul öncesi dönemindeki okur-yazarlık, etkinliklere katılma, aile ile birlikte kitap okuma, kitap, kalem, yazılı materyalle çevrili zengin çevreden ne kadar yoksun olurlarsa okula başladıklarında da o kadar akademik güçlük çekebiliyorlar. Aile eğitim programları ile ailelere eğitim verebilecek ve yol gösterebilecek bir yapılanma olursa iyi olur diye düşünüyorum. Ayrıca çocukları akranlarından ayırmadan eğitmeli, en az sınırlayıcı ortam akranlarının oldukları ortamdır. Sonderschule’ler bu çocuklar için hiçbir gereksinim sağlayan ortamlar kesinlikle değildir, gereksinmelerinin karşılanması şartıyla en iyi eğitebilecekleri ortam genel eğitim okullarıdır.” Dr. Jessica Löser (Hannover Üniversitesi) Panelde, rahatsızlığı nedeniyle etkinliğe katılamayan Prof. Dr. Rolf Werning’in yerine katılan Jessica Löser, engelli eğitimi bağlamında Almanya’da mevcut veriler ve olgular temelinde açıklayıcı modellere değinerek, sunumunda yeni bakış açılarına yer verdi. Diğer önde gelen endüstri ülkelerinden farklı olarak Alman eğitim sisteminin seçiciliğe dayalı bölümlenmiş bir yapıya sahip olduğunu ve paralel olarak bir Förderschule sistemini de kapsadığına değinen Löser, özel eğitim gereksinimi olan çocukların büyük bölümünün öğrenim engelliler için förderschulelerde bulunduğunu belirtti. Bu konudaki düşüncelerini şöyle açıkladı: “Biz her şeyden önce Alman eğitim sisteminin homojenleştirme uygulamasının ve seçici tutumunun, göç kökenli çocukların mağdu- riyeti açısından temel bir kriter olduğu görüşündeyiz… Dilsel sorunlar da sıkça öğrenim sorunu biçiminde yeniden tanımlanmaktadır. Bir çocuk eğer dil sorunu yaşıyorsa, bu yeniden tanımlanmakta, öyle ki, çocuğun öğrenim zorluğu çektiği ve förderschuleye gitmesi gerektiği söylenmekte. Bizim bakış açımızdan bu, sisteme özgü bir sorundur”. Löser, eyaletler karşılaştırmasında förderschulelere gönderilme riskinde ortaya çıkan farklılığı açımlayarak, “Baden-Württemberg ve Aşağı Saksonya’da förderschuleye gönderilme riski Berlin ya da Bremen’den çok daha yüksek. Bu veriler sadece çocuğun neden gösterilemeyeceğini netleştirmektedir. Burada da tezimiz, nedenin çocukta aranamayacağı ve göç kökenli çocukların mağduriyet olgularının açıklanabilmesi için farklı bakış açılarının kullanılması gerektiğidir.” dedi. Konuşmasında Almanya için içselleştirici bir uygulama istediklerini vurgulayan Löser, yeni çözümlere yer verdiği sunumunu şu şekilde tamamladı: “Rolf Werning ve diğer birçok araştırmacı, Almanya’da içselleştirmeye ilişkin yapıların geliştirmesini talep ediyorlar. Biz bunu sadece ilkokullar için değil, daha geniş alanlarda istiyoruz. Bunun için esas olan, dördüncü sınıftan sonra seçicilik yapılmamasıdır. Dilsel teşvik, geliştirilmesi gereken temel bir alandır, İsveç’te örneğin hem İsveççeye hem de anadiline teşvik uygulanmaktadır. Ailelerin katılımı, üzerinde durulması gereken bir konudur. Kanada’da uygulandığı gibi, göçmen- lerin yoğun olarak bulunduğu okullarda, sosyal danışmanların yanı sıra settlement worker devreye girebilir. Bunların görevi ailelerin öğretmenlerle ve kurumlarla ilişkisinde yardım etmek, çeviri yapmak, iş ve konut sorununda destek olmaktır.” | ||
– Panel Açılış Konuşmaları ve Basındaki Yansıları – Panel Açılış Konuşması / Zeynel Korkmaz |