Bu makalenin öncülleri, Die Gaste’nin daha önceki sayılarında yayınlanan “Söyleşiler” dizisidir. Ve orada, tarih anlatılıyordu.
Söyleşiler I
Söyleşiler II
Söyleşiler III
Söyleşiler IV
Söyleşiler V
Söyleşiler VI
Söyleşiler VII
Söyleşiler VIII
Söyleşiler IX
Neden tarih?
Çünkü, insanların herhangi bir zamanda ve yerdeki toplumsal pratiklerini ve kültürel ürünlerini anlayabilmek için, hayatta kalma koşullarıyla ve toplumsal yeniden üretimle, insanların yaşamın maddi koşullarına ulaşım biçimleriyle, onların diğerlerinin emeğini nasıl kullandığıyla, üreten insanlar ile o üretimi sahiplenenler arasındaki ilişkilerle, bu sosyal ilişkilerde ortaya çıkan mülkiyet biçimleriyle ve bu ilişkilerin siyasi egemenliğe nasıl yansıdığıyla, direniş ve mücadelelerle ilgili belli şeyleri bilmemiz gerekir.
Ve konu olarak Antik Ege’yi seçmenin nedeni, yazarın özel ilişkilerinin ötesinde olan, bir yandan kendi ülkemizin bir benzeri, en azından parçası olan tarih ve coğrafya içinde kalmak, öte yandan Avrupalı düşünürlerin, haklı olarak, aydınlanmadan bu yana yoğun olarak ilgilendikleri Yunan felsefe, sanat ve siyaset tarihini, bunların hala geçerli temel kavramlarını öğrenmemiz olacaktı.
Seçilen format, “söyleşiler” şeklindeydi. Temel amaç, kolay okunmasını sağlamaktı. Konuların ağırlığı ve aradaki 2500 yıl, anlatılanların tam benzerinin günümüzde kendi ülkemizde, ya da diğer ülkelerde yaşananları anımsattığı gerçeğini kavramamızı zorlaştırıyordu. “Söyleşiler”, okuyucunun okurken yoğunlaşmaları arasına, kısa söyleşi öğeleri sokarak metnin anlaşılması için ara nefesler sağlıyordu. Ama konu, başlangıçtan itibaren, söyleşiden başka bir formatta düşünülmüştü. Bu formatta, gerçekten de halen, gazete sayfalarına sığdırılamayacak geniş bir çalışma yürütülmektedir. Burada, şimdiye kadarki anlatılmaya çalışılanlar temelinde ve de yeni temeller yaratarak, Die Gaste sayfaları ile uyum sağlanmaya çalışılacaktır.
Geçmişin toplumsal olaylarının zamanımıza yansıması, çağımızın toplumunu düşünürken kullandığımız bazı temel kavramların 2500 yıl önce, benzer, ama ders çıkarılması gereken toplumsal olaylar, düşünceler ve felsefelerden doğmuş olduğu, bizi, tarihi tanımaya zorlamaktadır. Ve yine, tarihteki toplumsal üretimlerin, giderek sanatsal üretimlerin, insanların toplumsal hareket şekillerini de etkilemiş olduğu, bunları tanımak zorunluluğu olarak karşımıza çıkmaktadır. Kuşkusuzdur ki, bu sanatsal üretimler arasında tiyatro –konumuzda tragedya–, insanların toplumsal ilişkilerinin nasıl üstyapıya yansıdığını açıkça gösteren türlerden biri, hatta en önde gelen sanat türüdür.
Antik Ege Tragedyasının niteliğine dair bilinmeyenler, birçok açıdan hala gizemli durumunu korumaya devam ediyor. Bir yandan, Antik tragedyadan günümüze kalmış oyun metinlerinin sayıca azlığı –her ne kadar bizleri fikir sahibi yapacak örnekler olsalar da– dönemin edebi çeşitliliğini bütünüyle görmemizde bir sınır oluşturmaktadır. Diğer yandan ise Antik Ege dünyasına ilişkin tarihsel bilgilerin çoğu hala gün ışığına çıkarılmayı beklemektedir. Bu sınır ve yetersizlikler içerisinde, Antik Ege tragedyası için görüşlerine güvenebileceğimiz tek yazar Aristoteles’tir. Aristoteles, Poetika adlı eserinde, tragedya sanatının özüne ve biçimine dair bir tartışma açarak, ideal tragedyanın niteliklerini ortaya koyar. Ancak, Aristoteles’in tragedya öğeleri arasında saydığı hamartia (kahramanın trajik zaafı) kavramı ve onun tragedyanın son hedefi olarak ortaya koyduğu katharsis (arınma) düşüncesi, tragedyaların, Aristoteles’in görüşüne göre, etik, politik ve dinsel bir öz taşıdığını gösterir.
Kahramanın trajik zaafı, ne tür bir erdem eksikliğine karşılık gelmektedir? Bu erdemsizlikler katharsis yoluyla sağaltılmak isteniyorsa, söz konusu erdemlerin toplum için önemi nedir? Bu sorular, Antik Ege tragedyalarının din, politika ve toplumsal yaşamla olan ilgisine odaklanmayı zorunlu kılmaktadır. Eğer tragedyalar belirli zaafları gidermeye, onları engellemeye çalışıyor ve belirli erdemlerin de propagandasını yapıyorsa, bunun sosyolojik ve tarihsel nedenlerini araştırmak gerekmektedir. Burada vardığımız yer, sosyolojik nedenlerin maddi hayatın üretim şekillerinde yattığı, bu şekillerin ise kendine özgü siyasi yapıları oluşturduğu, ya da oluşturmakta geciktiği, bu yüzden toplumsal dengelerin sağlanamadığıdır.
Antik tragedyaları okurken rastladığım insan ve mit tanrıları hakkındaki tüm özelliklerin hemen hemen tüm yapıtlarda defalarca dile gelmesi ve değişik araştırmacıların yaptığı yorumlarda, Ege düşüncesi ile toplumun üretim şekilleri arasında yeterli ve açıklayıcı ilişki kurulmamış olması, bu noktada yeterince ve sağlam bir temelde araştırmaların olmadığının işaretidir. J. P. Vernant, Yunan Düşüncesinin Kaynakları adlı araştırmasında Mikenler’in (Akhalar), 1500’li yıllardan itibaren yüksek bir uygarlık meydana getirmeyi, güçlü merkezi bir krallık kurmayı başardıklarını söylerken,
“Tüm toplumsal yaşam, aynı zamanda dinsel, politik, askeri, yönetim ve ekonomik rolü üstlenen bir sarayın çevresinde merkezileşmiş görünüyor. Bu saray ekonomisi için-de Kral tüm erk gücünü, yönetimin tüm yönlerini kendi kişiliğinde toplamış ve bir araya getirmiştir.” 1
demektedir. Miken krallarının sarayları büyük surlarla çevrili, kentin ortasında yüksek bir tepeye inşa edilmiş birer kaleydi. Bu kale, içinde kral yakınlarının, yüksek katipler sınıfının ve askeri liderlerin (vasal) evlerini barındırıyordu. Halk ise kalenin etrafına yayılmış evlerde barınmaktaydı. Bildiğimiz ilk Akha kralı Agamemnon’dur.
Genel olarak kabul edilen görüş, Miken uygarlığının 1200-1150 yılları arasında kuzeyden gelen Dor’lar tarafından yıkılmış olduğudur. Mikenlerin esas yıkılış nedeninin, Dor istilası değil, Akha sisteminin tamamıyla savaş ekonomisine dayalı olması ve barış dönemleri için hiçbir ekonomik temel oluşturamaması olduğunu söyleyen tek araştırmacı, marksist Thomson’dur.2 Ve Thomson’a saygımızla şunu da ekleyelim: Miken’in yıkılışı döneminde Atina yönetimi zaten üç ayrı organ tarafından paylaşılmağa başlamıştı: Reisler Kurulu (soy liderleri), agora (halk meclisi) ve basileus (askeri komutan kral). Bu yapı, oldukça demokratik bir nitelik göstermektedir ve özellikle önemli durumlarda (örneğin savaş kararı arifesinde) biraraya gelen halk toplantısından bir karar çıkmasa bile, halk agorada yüksek sesle krala görüşünü bildiriyordu. Belki de, Yunanlıların sonradan demokrasiye geçmeleri ve tiranlığa pek prim vermemeleri, bu eski gelenekten gelmekteydi.
Antik tragedyalarda ve eski kalıtsal yapıtlarda sürekli olarak rastlanan, fakat alt yapıyla veya diğer üst yapı kurumlarıyla ilişkileri kurulamayan kavramların başında, arkhe (başlangıç, ilke), sophrosyne (ölçülülük) ve harmonia (uyum) gelmekte, keza, Moira’lar (pay tanrıçaları), geras (öncelik hakkının verilmesi), metron (ölçü), Erinys’ler (öç tanrıçaları), Dike (yol, görenek, öç alma, yargı, adalet tanrıçası, soyut adalet fikri), hybris (saygısızlık) böylesi kavramlar arasında yer almaktadır.
Solon öncesi duruma bakıldığında, örneğin sophrosyne örneği kendini belirlemektedir. Ege toplumu yeni topraklar, maden kaynakları, yiyecek ve köle bulmak amacıyla Akdeniz’de yayılmaya başlar. Bunun sonucu olarak ticaret yaygınlaşır. 7. yüzyılın sonunda dolaşıma giren madeni para, yeni bir sorun olarak ortaya çıkar. Mikenlerdeki eski savaş ayrıcalıklarını (geras) yitiren aristokrasi, rakipleri üzerindeki üstünlüğünü zenginlik gösterileriyle sağlamaya çalışır. Bu durum, aşırıya ve savurganlığa karşı geliştirilen sophrosyne düşüncesini biraz olsun açıklamaktadır. Yoksul halk ve köylülerin soylulara bakışı, onların saygısız (hybris) davranışlar içinde bulunduğu yönündedir. Ancak bununla da sınırlı değil; soylular her geçen gün yoksul halkın sırtında bir yük olmaya devam ederler.
“Para ekonomisi, gelişerek, doğal ekonomi üzerine dayalı tarımsal toplulukların geleneksel varlık biçimi içine, eritici bir asit gibi, işte buradan girdi. Gentilice (soya dayalı) örgütlenme, para ekonomisiyle bağdaşamaz; Attika’daki küçük köylülerin yıkımı, onları çevreleyen ve koruyan eski gentilice bağların çözülmesiyle aynı zamana düştü. Alacak ve ipotek (çünkü Atinalılar artık ipoteği bile üretmişlerdi) ne gens dinliyordu, ne de kabile. Ve eski gentilice örgütlenme, ne para biliyordu, ne avans, ne de borç.”3
Bu kez, sophrosyne bu kez soylular tarafından sahiplenilecekti. Onlara göre tüccar sınıfının, paraya olan düşkünlüğü, durdurulması gereken bir hybristi. Para, değiş-dokuşun yerini almış ve “satın almak için satmak” olgusunu desteklemişti. Ancak çok geçmeden, para araç olmaktan çıkarak, bir amaca dönüştü. Artık “satmak için satın alma” dönemi başladı. Bununsa sonu yoktu. Artık köylünün ve yoksul halkın sırtında iki yük vardı: Soylular ve yeni zenginler (burjuvalar). Böylece birbiriyle çatışan üç sınıf ortaya çıkmıştı. Arkhe’nin paylaşımı sorunu vardı.
Bu kavramlar, Ege toplumunun siyasi yaşamında olduğu gibi, tragedyaların seyri içinde kullanılan kavramlar olduğu gibi, onların ifade ettiği davranışlar da belli yaşam modellerini şekillendirmektedir. Onların genel diyalektik bağları bulunamadığı sürece, antik demokrasi ve de Ege’nin genel yaşam seyri, araştırmacılar açısından bir bulmaca olarak kalacaktır. Ama Ege’de Antik halk hareketinin nedenlerinin açıklanması, teori, tarih incelemesi ve Antik tragedyanın da doğru okunmasıyla mümkün olacaktır.
Dipnotlar:
1 J. P. Vernant, Yunan Düşüncesinin Kaynakları, Çev. Hüseyin Portakal, İstanbul, 2002, Cem Yayınevi, s. 25-26.
2 G. Thomson, Tragedyanın Kökeni, s. 77.
3 Friedrich Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Seçme Yapıtlar, Cilt III, Sol Yayınları, 1979, Birinci Baskı, s. 338-39.
|